Sırrı Süreyya Önder’i ne kadar iyi ve yakından tanıdığımı ispatlayacak özel bilgilerle donatılmış, onunla olan anılarıma, yapılmış son espriye, son telefon konuşmasına uzanan veya benzeri içerikli bir yazı yazmayacağım. Onunla çekilmiş son kare bir fotoğrafı filan da paylaşmayacağım. Bu anlamsız hatta kimi zaman hastalıklı boyutlara vardığını gözlemlediğim yarışa katılmak son isteğim olur.
Sırrı Süreyya Önder’e, yaşam mücadelesi verirken gerçekleştirilen linç girişimlerine ilişkin bir söz de etmeyeceğim, ki “Hastalıklarla baş etmeye başlamanın en iyi yanı hakkında söylenenleri umursamamaya başlamak” derdi kendisi de. Yani bunların onun da kale alacağı şeyler olduğunu sanmıyorum. Bu tarz saçmalıklarla meselenin özünü bulandırmayı, konunun esasını kaçırmayı da kendisine yapılmış bir haksızlık sayarım.
Hiç duraksamadan net bir şekilde, amasız ve fakatsız ifade edelim; Sırrı Süreyya Önder Türkiye çölünde bir vahadır.
Onun bu özellikli durumunu, neden bu derece kıymetli biri olduğunu birçok açıdan ele alarak açıklayabiliriz.
Ama en önemlilerinden biri siyasi arenadır şüphesiz.
Türkiye’de siyaset denince aklımıza gelen, ‘bir grup birbirine benzer erkek profilleri’dir ve O bunlardan farklıdır.
TBMM’de veya Türkiye’de siyaset yapan genel prototip göz önüne alındığında O’nun kıymeti daha da gözle görünür, elle tutulur hâle gelir.
Başkanvekili olarak TBMM’de yönettiği oturumlar insanlara Meclis TV’yi açtırır -başka bir örneği var mı bilmiyorum-, vekillik kariyerinde neredeyse söz aldığı her an ve yaptığı her konuşma fenomen olmuştur.
Karşısındakiyle medeni düzlemden kopmadan, ayarı hiç kaçırmadan, şirazeden çıkmadan, çirkinleşmeden, çiğleşmeden, bel altı vurmadan tartışabilen ve aynı şekilde de şakalaşabilen biridir. Bence Türkiye’de kolay bulunmaz insan yapılarından biridir bu.
Sırrı Süreyya Önder’in kıymetini tam olarak anlayabilmek için Türkiye’de siyasetin nasıl bir alan olduğunu, neyi dışarıda bıraktığını, kimleri içine almadığını da net görmek gerekir. Türkiye’de siyaset; farklılıklardan, renklerden, yaratıcı zihinlerden, ezber bozanlardan, şaşırtanlardan, yeniliklerden arındırılmış, çoklukla hamasete bulandırılmış, genellikle de birbirine benzeyen erkeklerin tahakkümünde şekillenen bir alandır. O alanın dışına düşen her şey de ya romantikleştirilerek etkisizleştirilir ya da kriminalize edilerek tu kaka edilir.
Sırrı Süreyya Önder’in tam da bu tabloda siyaseten var olabilmiş olması, başlı başına bir kıymettir bizler için.
Burayı biraz daha açalım isterim…
Kürt hareketi içinden bir Türk olarak çıkıp Türkiye’nin tümüne ‘oradan’ seslenebilmiş olması… Meclis kürsüsünü bir halk kürsüsüne çevirebilmesi…
Her şeyin ötesinde sistemin, ortamın, pozisyonunun dayattığı dille değil kendi üslubuyla konuşması, kimi zaman bizleri sinir edecek kadar ‘herkes’ tarafından sevilmesi, benimsenmesi…
Bunların hepsi siyasetin doğrudan içinden ama bir o kadar da Türkiye siyasetinin işleyişinden uzak bir çizgidir.
Sırrı Süreyya Önder elbette yalnızca bir politik figür değildir ama işin o edebiyatçı, sanatçı ve ‘insan’ kısmı şimdilerde çokça yazılıyor. Ben de girmeyeyim.
Sadece şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; Türkiye’de Sırrı Süreyya Önder kadar zeki kaç insan vardır bilmiyorum, ama çok azı aynı zamanda da entelektüeldir onu biliyorum.
Yazının başına dönersek; onu kimin ne kadar tanıdığı, kimin gerçekten ne kadar geçmişten gelen ve köklü bir ilişkisi olduğu değil, onun bu mücadeleden vazgeçip gitmesi hâlinde hepimizin, tüm ülkenin ne kadar büyük kaybedeceğini anlamaktır mesele aslında.
Çünkü Sırrı Süreyya Önder siyasi yaşamdaki varlığıyla, yaşadığımız ülkenin nasıl bir yer olmasını hayallediğimiz bir ihtimali de ayakta tutmaktadır aynı zamanda.
Tüm karanlık gerçeklere rağmen O, hayallenen Türkiye’nin hâlâ mümkün olabildiğini bize hissettiren biridir.
O yüzden sadece yakınları için değil tüm ülke için, bizler için de gitmemelidir, vazgeçmemelidir, direnmeye devam etmelidir.
Evet, Sırrı Süreyya Önder, Türkiye çölünde bir vahadır.
Ve o hastane yatağından kalkması bizler için de su kadar önem taşımaktadır.
Tuğçe Tatari kimdir?
Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu.
Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı.
Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına "mesafeli" durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. "Eski ana akım medyada yasaklı" konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen "yasaklı yayınlar" arasında bulunan "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" adlı bir kitabı bulunuyor.
|