08 Mayıs 2025

“Kırmızı gül buz içinde”

Şöyle diyordu 12 Eylül işkencesini anlattığı yazısında Sırrı Süreyya Önder; “Kanınız donunuza aktıysa eğer, yeni yıllar size de yıkama fırsatı versin. Bir de artık kimsenin kanı damarlarından başka bir yere akmasın...” Biliyoruz ki dünya daha renksiz, ruhsuz ve tatsız. “Sevene de sövene de selam olsun” demek de kolay değil onun gibi. Ama bilinmelidir ki “Mutluların mutsuzlara borcunu ödemesi” için gençliğinden bu yana, kimsenin de kılına zarar vermeden, bedel ödeyerek geçirdi ömrünü

Sırrı Süreyya Önder

Ölümü bırak, hastane yatağı bedenine yakışmadığından geçen bu kadar günde içten edilen dualarla dilekte bulunmak, olanın bitenin gerçek olduğunu yüzüne vuran cümleler etmekten kolay geliyordu. Vedalaşmak çok daha zor.

* * *

İyi insanlığın ne olduğu üzerine, uygarlık tarihinin başından bu yana edilmiş binlerce cümle bulabilirsiniz.

Ancak bana sorarsanız, bir kadının, küçük bir kız çocuğu narinliğiyle babası üzerine yaptığı büyülü veda konuşmasından çıkarılabilir bunun tanımı.

Kızı Ceren Önder’in konuşması dünyanın bütün dillerine çevrilip, bütün kadınlar tarafından okunsa, babasını çok sevmiş, babası tarafından çok sevilmişler de dahil, milyonlarca kadından derin bir “ah” sesi işitirsiniz eminim.

Ve eminim ki “ah” sesine, bir kadının babasından, günün sonunda bir erkekten, nasıl bu kadar sevgi görüp, nasıl bu kadar razı olabildiği şaşkınlığı da eklenir.

İyi insanlık ve konuştuğu gibi yaşamak bu değilse, başka nedir?

Sırrı Süreyya Önder, kızı ve torunu ile birlikte

* * *

Sırrı Süreyya Önder “mutluların mutsuzlara borcunu ödemesi” için gençliğinden bu yana, kimsenin kılına zarar da vermeden, bedel ödeyerek geçirdi ömrünü. Bakmayın bagajı bir yana bırakamayan öfkeli laflara, hakikat budur.

“Bedel ödemenin” altını, hayatında bedel ödememiş, bedelin ne olduğunu bilmeyen ancak sesi klavyelerde çok gür çıkanlar için altını çizerek yazmak zaruri.

Bakmayın siyasetini espriden, hoşgörüden ibaret gibi gösterenlere, önünüze manasız fotoğraflar getirip iş yaptığını zannedenlere…

Faşizme zerre prim vermeden, faşizmle mücadele ederek, faşizmle kavga ederek… Barışın ancak kavga edenlerin masaya oturmasıyla mümkün olduğunu bilerek, konuşulabilir ve konuşulamaz insanları da ayırt ederek. Affetmenin de bir bedeli olduğunu, bedel ödemeden barışın gelemeyeceğini bilerek…

* * *

Henüz 8 yaşındaydı Adıyaman’ın tek sosyalisti babasını kaybettiğinde.

Türkiye İşçi Partisi’nin tabelasını Adıyaman’a asan; parti örgütünü de aile efradından kuran babası, kentin tek Nurcusu olan adamın kardeşi ile evlenmiş, ailenin yaşamı, ya babanın ya dayının cezaevinden çıkmasını beklemekle geçmişti.

Babası ölünce, kentin tek fotoğrafçısına çırak girdi. Cümlelerine yansıyan büyünün kaynağı, kadrajdan dünyaya bakarak, bütün o detayları objektiften görebilmesinde gizliydi.

Başka dükkanlarda çıraklık yapan akranlarının görünmez emekleri silinir giderken alın terleri gibi yeryüzünden, o Adıyamanlıların bir fotoğrafa saklamak istedikleri hayatlarını ölümsüzleştirdi.

Kentin 15-20 Türkmen ailesinden birine mensup olması da okuduklarına eklenince hem ötekilerin dilini hem öteki olmanın ne anlama geldiğini kavradı.

Daha çok para kazanması gerektiğinde, büyülendiği fotoğrafçılığı bırakıp, lastikçiye girdi. Bir yandan okuluna devam ediyordu. Artık dünyaya iyiden iyiye başka bakıyordu.

Maraş katliamı olduğunda, insanların vahşice öldürülmesini Adıyaman’da protesto eden bir avuç lise öğrencisinden biriydi. Arkadaşlarıyla birlikte gözaltına alındığında, hoşa gitmeyen söz söylenmişse, bir çocuğa bile neler yapılabileceğini gördü, işkencenin o izi geçse de kalan acısını iliklerine kadar hissetti.

* * *

Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

Hissettiklerini, yıllar sonra, “Bir insanın hayatını kırabilecek en önemli şey muazzam bir haksızlığa uğramışlık duygusu. Bunu canıyla ödeyen insanların yasına ortak olduk diye muazzam bir haksızlığa uğradık” sözleriyle özetledi.

Cezaevinden çıktı…

Üniversite sınavına girdiğinde, çalışmak zorunda olduğu için devam mecburiyeti bulunmayan Ankara Siyasal tek tercihiydi.

* * *

Fukaralığın ne demek olduğunu ve nerelere kadar uzanabildiğini okula gelince anladı. Sadece pilav ya da sadece fasulyenin piştiği bir evden geliyordu ve fasulye-pilav ile tatlının aynı öğünde yenildiğini gördüğünde şaşırdı.

Zehirli Ankara havasının öldürdüğü kuşları temizleyen çöpçülerin görüntüsüne duyduğu şaşkınlık, insanların cansız bedeninin de aynı şekilde sabahları temizlendiğini görünce yerini öfkeye bıraktı. 12 Eylül öncesi birisinin fakirliğe ve zulme öfke duyup da aranmaması zaten imkansızdı.

“Adıyaman’dan bile geri” diye sıfatlandırdığı NATO Yolu ve Ege Mahallesi’nde geçirdi günlerini. Gecekondu ağalarına karşı çıktı, arkadaşlarıyla yoksullara gecekondu yapacakları arsaları bulmaya başladı.

12 Eylül geldiğinde, gündüz gecekondu bölgesindeydi, gece pavyonda saz çalıyordu.

* * *

Afişlerle aranmaya başladı.

Altındağ’da, bir dağ yamacındaki gecekonduda saklandı. Birlikte geçmişte işkence gördüğü hemşehrisinin ihbarıyla yakalandı. Bir yılbaşı gecesiydi ve polisler işkenceye başlamadan hemen önce dansöz Nesrin Topkapı’yı TRT’de seyre dalmıştı.

Ankara Emniyeti’nde 105 gün işkence gördü. Oradan Mamak’a götürüldü. Bütün yaşamı boyunca gördüğü işkencenin çok daha fazlasını Mamak’taki “kafeste” gördü.

Yıllarca hapis yattı, çıktı, yapmadığı meslek kalmadı.

Sözünü söyleyebilmenin, dinlemeyen insanlara anlatabilmenin anlamını kavramıştı.

Sinemayı yol seçti, kadrajdan dünyayı görmenin büyüsü yeniden iş başındaydı.

Filmler çekti, senaryolar yazdı, sözünü söyledi.

Yönetmen koltuğunda

* * *

Yetmedi, bedel ödemek pahasına yeniden siyasete döndü.

Vekil oldu, “çözüm süreci” adı verilen süreçte, “devletin izni ve isteğiyle” İmralı’ya gitti, kendi deyimiyle, “dünyanın en büyük sözlerini söyleyen insanların yüzyıllardır yaşadığı ama aynı zamanda birini düşman ilan etmeden yaşamayı bilmeyen insanlara ev sahipliği yapan” bu topraklarda “herkesin incir zamanında incir yiyebilmesi” için çalıştı.

* * *

Bir bedeli olacağını biliyordu.

İktidarın hapsetme hevesi, ana muhalefet partisinin oy hesaplarıyla dokunulmazlıkların kaldırılmasına el kaldırmasından hemen sonra gözaltına alınıp, yükseklik korkusu ve uçağa hiç binmediği çok iyi bilinmesine rağmen helikopterle Diyarbakır’a götürüldü.

Selahattin Demirtaş ile yargılandığı davada yaptığı bir konuşma “terör örgütü propagandası” sayıldığı için 3 yıl 6 ay hapis cezası verilerek yeniden cezaevine konuldu.

AİHM’nin Demirtaş’ın tutukluluğunu haksız ve siyasi bulması üzerine alelacele kesin hükme bağlanan dava sonunda Kandıra Cezaevi’nin yolunu tuttu.

Davaya konu konuşmasında, “HDK olarak” sözleri tutanağa “HPG olarak” diye geçirilmiş, “Türkiye’yi gülistana çevireceğiz” sözleri “kabristan” diye değiştirilmişti. Yeniden dinlenmesini istedi kayıtların, dinlenmedi.

Sonradan kullandığı “Kürdistan” ifadesi bazı davalarda suç sayıldı, aynı kelime iktidar tarafından kullanılınca dosyalar kapatıldı. Kimsenin bilmediği bir akademisyen, yıllardır avukatların bile gidemediği İmralı’ya kadar gidip, sonrasında mektup getirip, mektubun anlamını herkesten daha çok bildiğini söyleyerek yorumlar yaparken, siyaset, buna göre ne yapılacağını HDP’den ve seçmeninden daha iyi bildiğini düşünüp sonradan hemen ‘unutacakları’ açıklamalar yapabiliyorken, o cezaevinde yatıyordu.

Sanki ödediği, ödeyebileceği bedelleri bilmiyormuş gibi akıl veriyor herkes müstehzi gülüşlerle… Bunları yaşayanlar kendileriymiş gibi, biraz olsun sıkılmadan…

2018 yılında cezaevine girerken

* * *

Şimdi ne yaşadığına bakılmadan, başkalarının parası üzerinden de yargılanmaya çalışılıyor ya Önder... Anlatmaya da gerek yok, kızı zaten anlattı ama cezaevinden çıktığında da kimsenin sahibini bilmediği onlarca senaryo yazmak zorunda kaldı... Geçinmesi, ayakta kalması gerekiyordu.

Parlamentoya niyeti olmasa da ısrarlar üzerine, yeniden bedel ödeyeceğini de bile bile görevleri kabul etti.

Tanıyanlar bilir… Bitmeyen enerjisine rağmen o buruk yorgunluğu, ihmal edilmiş sağlığı, kırgın yanları hemen anlaşılıyordu.

* * *

Sevmeyeni, yolunu beğenmeyeni, sözünü itici bulanı, yanlış insanlarla yan yana olduğunu ya da en doğru yolu tutturduğunu düşünenler olabilir.

Bunların dışında kalan kem sözlerin zaten bir ehemmiyeti yok. Faşizmin sözünün değeri de yoktur.

Ama bütün bunlar olmasın diye, bedelinin ne olduğunu da bilerek yaşamı boyunca sorumluluk aldı Sırrı Süreyya Önder.

Vekil maaşını alıp, oturduğu yerden söylendiğinde coşkuyla alkışlanan ancak yaşamaya dair hiçbir nefes sunmayan konuşmalar yapabilecekken, yeniden cezaevine girebileceğini, yok sayılabileceğini ve hatta öldürülebileceğini bile bile, “ben yeterince bedel ödedim” bile demeyerek aldı.

Koca koca insanlar şivesini taklit ederek, kırgınlığı üzerinden kara çalıyor ya… Onlar tek bir söze kırılabiliyorken, daha çocukken işkence görmenin kırgınlığını dikkate bile almıyorlar. Elbette, hak etmiştir, hakkıdır işkence değil mi, kırılamaz, laf söyleyemez…

Yetmiyor, kızı üzerinden laflar söylüyorlar, büyük büyük laflar. Kızının da kendini kanıtlaması için işkenceden geçmesi, cezaevinde ömür çürütmesi gerekiyormuş gibi. Bunları yaşayan bir babanın kızı olması yetmiyormuş gibi…

Sırrı Süreyya Önder, maden işçileriyle

* * *

Yıllar önce İbrahim Kaypakkaya’yı anlattığı, adını da Kaypakkaya'nın yaşamını anlatan Emrah Cilasun'un “Kırmızı gül buz içinde” belgeselinden alan yazısında ‘Kaypakkaya, yoksulların gönlündeki gülistanda ‘ser verip sır vermeyen yiğit’ olarak yatmakta’ demişti.

Kızı Ceren Önder Kandemir da babasının yoksulların gönlündeki gülistana girmek için yaptıklarını, o cezaevindeyken, sosyal medyada paylaştığı kısacık bir mektupta anlatmıştı:

“Neden orada biliyorsunuz. 12 Eylül’de neden tüm gençliğini hapiste tükettiyse ondan. Kendi deyimiyle ‘o tozların getirdiği çamurdan’. Bir de mutsuzluğa karşı hissettiği borcundan… Çünkü babamdan en çok duyduğum cümle, ‘mutlunun mutsuza borcu var’ oldu hayatım boyunca…”

Altına yazılan nefret cümlelerini söylemeye gerek bile yok.

* * *

“Kırmızı gül buz içinde” başlıklı yazısında işkenceyle öldürülen Kaypakkaya için şöyle diyordu Sırrı Süreyya Önder:

“Pınar Sağ, onu övdüğü için 10 ay hapis cezası almış. Ne diyerek övmüşse aynısını benim de dediğimi sayın. Onu övmek haddimiz değil, buna ihtiyacı da yok. Onu anlamak, hatırlamak ve halkların kalbindeki yerine işaret etmek; işte bu bizim namus borcumuzdur.”

Gezi Parkı'nda dozerlerin önünde, 2013

* * *

Bedellerden söz ederken, anlamak için zerre gayret göstermeyenlerin, ezberin dışına çıkamayanların dahası alıştığı ayrıcalıkların sürmesini umarak, herkesin incir zamanında incir yemesi isteğini bile hazmedemeyenlerin yüzüne vurulması gerekenler de var elbette.

Mesela rengi kan kırmızıya dönmüş bir iç çamaşırı.

Radikal gazetesindeki “Kırmızı don” yazısında, ulaşamayacağımız bir hoşgörüyle şöyle anlatıyordu bir yılbaşı gecesi yaşadıklarını Sırrı Süreyya Önder:

“O gece tek kanallı televizyonda, Kenan Evren’in günün mana ve ehemmiyetine dair yapacağı konuşmayı müteakiben iki mühim şey olacaktı:

Birincisi, Arif Sağ ve Muazzez Abacı düet yapacaklar, ‘Huma Kuşu’ uzun havasına ‘Atım koştu ben yoruldum, düştüm boynuna sarıldım’ türküsünü bağlayacaklardı.

İkincisi, Nesrin Topkapı, saniyede otuz üç devir yaptırdığı rivayet edilen kalçalarıyla televizyonda arz-ı endam eden ilk dansöz olacaktı.

Komşu evdeki televizyonun sesinden Arif Sağ ve Muazzez Abacı’nın sesi gelirken kapı kırıldı. Onlarca polis içeri daldı. Beni alıp götürdüler.

Polisler gözümü bağlamadan önce son gördüğüm şey, Cenap Şahabettin mısralarındaki tasvire sadakat yemini etmiş, lapa lapa yağan, kuşbaşı kar taneleriydi.

Yüz beş gün süren sorgudan sonra Mamak zindanına götürüldüğümde, yeni lastik geçirilmiş beyaz patiska donum kızıl kan rengine dönmüştü.

Aradan birçok yılbaşı geçti.

Mamak zindanında, özel günler, özel zulümler demekti.

Eller bayram eder, biz gam ederdik.

Derken efendim, yıllar sonra salıverildik.

Bünyemin araz tespit raporu şöyledir:

Kar yağar herkes kaçışır, ben hasta olana kadar seyrederim.

Bir de o günden sonra, her yılbaşı kendi tenhama çekilir ve saatler 12’ye tecavüz edeceği sularda ‘Huma Kuşu’nu hüznüme katık ederim.

Kanınız donunuza aktıysa eğer, yeni yıllar size de yıkama fırsatı versin.

Bir de artık kimsenin kanı damarlarından başka bir yere akmasın...

Özellikle taş duvarlar arasında yeni yıla giren kardeşlerime özgür ve mutlu yıllar.”

* * *

Edebiyatın ve sanatın önce duyguların karşıya geçmesinden başladığını söylerdi hep. Sihirli cümlelere sevgisi bundandı. Sevenlerinin sayısı bu tükenmiş cümlelerin hepsinden büyük elbette. Verdiği emek de öyle…

Kitaplara verdiği desteğinden, anılardan, sohbetlerden, uzak selamlaşmalardan bahsetmeye sıra gelmiyor. Tanıyan herkesin birbirinden kuvvetli anıları var.

Ama biliyoruz ki dünya daha renksiz, ruhsuz ve tatsız.

“Sevene de sövene de selam olsun” demek de kolay değil onun gibi.

Ama bilinmelidir ki “Mutluların mutsuzlara borcunu ödemesi” için gençliğinden bu yana, kimsenin de kılına zarar vermeden, bedel ödeyerek geçirdi ömrünü.

Şimdi kendi cümlelerini kendisi için kurmak lazım…

“O’nu övmek haddimiz değil, buna ihtiyacı da yok…”

OSZAR »

Gökçer Tahincioğlu kimdir?

Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı.

Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü.

Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi.

İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. Üçüncü romanı Sabahattin Ali'yi Ben Öldürdüm, Eylül 2023'te yayımlandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor.

 

OSZAR »
\n\n\n\n\n\n\n\n\n\n\n\n
\n

Gökçer Tahincioğlu kimdir?

\n

Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı.

\n

Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü.

\n

Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi.

\n

İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. Üçüncü romanı Sabahattin Ali'yi Ben Öldürdüm, Eylül 2023'te yayımlandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor.

\n
\n

 

\n
OSZAR »
\n","articleSection":"Yazı","publisher":{"@type":"Organization","name":"T24","logo":{"@type":"ImageObject","url":"https://t24.com.tr/logo.png"},"sameAs":["https://www.facebook.com/T24comtr","https://www.instagram.com/t24comtr","https://twitter.com/t24comtr"],"url":"https://t24.com.tr","contactPoint":[{"@type":"ContactPoint","contactType":"customer service","email":"[email protected]","areaServed":"TR","url":"https://t24.com.tr"}]},"datePublished":"2025-05-08T00:00:00+03:00","url":"https://t24.com.tr/yazarlar/gokcer-tahincioglu-yuzlesme/kirmizi-gul-buz-icinde,49809","mainEntityOfPage":"https://t24.com.tr/yazarlar/gokcer-tahincioglu-yuzlesme/kirmizi-gul-buz-icinde,49809"}]

Yazarın Diğer Yazıları

Sürecin en zor tarafı fesih değil

PKK’nın fesih kararı, biraz uluslararası konjonktür, bölgesel gelişmeler biraz Türkiye’nin içinde bulunduğu bu durumla ilgili. Denklemin en zor taraflarından biri Suriye ancak anlaşılıyor ki Suriye’nin yapısı ile ilgili tartışmalar uzun vadeye, konjonktüre, olası gelişmelere bırakılmış. “Haydi silahını şuraya bırak, şu kadrolarda buraya gitsin, hasta mahkumları da bırakalım” denilerek üzerinden geçilemeyecek zorlu bir süreç var karşımızda

Bilip de bilmezden gelmek…

Yıldız Tar, Elif Akgül, Ercüment Akdeniz... Halkların Demokratik Kongresi adı altında, HDP’nin öncülüğünde kurulmuş, içerisinde çok sayıda dernek ve kurumu barındıran bir yapının toplantılarına katılmakla suçlanıyorlar. Suç unsuru var mı, yok… Peki bireysel iddianameler nasıl hazırlanıyor?

2022’de emniyette yapılan işkenceye dava ve çarpıcı tespit: İşkence yapılmadığını kanıtlama yükümlülüğü devletin

Şimdi yapılması gereken bütün ciddi işkence iddialarının aynı biçimde araştırılması. Bu iddianame hem milat hem de örnek olsun

"
"
OSZAR »