14 Nisan 2025
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ABD’li mevkidaşı Marco Rubio ile 3 Nisan’da Brüksel’deki görüşmelerinin hemen öncesinde neredeyse kucaklaşarak sıcak mesajlar yaydıkları görüntüleri siz de izlemişsinizdir. NATO Dışişleri Bakanları Zirvesi’nde yaşanan bu görüntüler pek çok kişiyi şaşırtmadı. Ancak onun geçmişte Beyaz Saray’da nasıl algıladığını bilenler için bu görüntü çok şaşırtıcı değilse bile çok ilginç idi. Zira Fidan Washington tarafından bir zamanlar “İran ajanı” olmakla suçlanmış ve üzeri çizilerek ekarte edilmek istenmiş bir isim idi. O dönemde Washington, yaptırım uyguladığı İran’ın Türkiye ile ticaretinin artmasından rahatsızdı ve o tarihte MİT Müstearı olan Fidan’ı Ankara’nın yaptırımları baypas edici hamlelerinin ardındaki isimlerden biri olarak görüyordu. Beyaz Saray, iki ülke arasında gelişen ticaretin Tahran’ın yürürlükte tutmaya devam ettiğini düşündükleri uranyum zenginleştirme programını finanse etmeye ciddi katkı yapabilecek bir seviyeye yaklaştığını düşünüyordu. Bu nedenle de ABD Hazine Bakanlığı’nın terörizm ve finansal istihbarattan sorumlu müsteşarını sık sık Ankara’ya göndererek Türk hükümetini uyarıyordu. (Bunları bir dönem ayrıntılı olarak T24 yazılarımda yazmıştım.)
Zira, dönemin ABD Başkanlarına Amerikan istihbarat teşkilatları ve MOSSAD tarafından ulaştıran bilgilere bakılırsa, Tahran yönetimi uranyum zenginleştirme programını gizli gizli yürütüyordu. Elinde yüzde 3-4'lere yakın mertebede zenginleştirilmiş uranyum bulunan bir ülke olarak İran bu oranı yüzde 20'nin üzerine çıkardığında nükleer reaktörlerde, yüzde 90'ın üzerine çıkardığında füzelerinin nükleer başlıklarında kullanabilecekti. Amerikan yönetiminin yaptırımlarla dünyadan yalıtmaya çalıştığı İran, eğer uranyum zenginleştirme programını sürdürme ve oranı yüzde 90’lara ulaştırma imkânı bulursa, balistik füzelerine nükleer başlık takabilme olanağını kavuşacak ve bu şekilde bölgedeki tek nükleer güce sahip İsrail’i frenletebilecek, en azından bölgedeki dengeleri radikal bir biçimde sarsabilecekti. Dolayısıyla İsrail istihbaratının elindeki “bilgi” ve iddialar sıklıkla Washington’a yönlendiriliyor ve bunlara göre aksiyon alınması isteniyordu.
İşte Hakan Fidan’a böyle bir dönemde ana akım medyamızın da katkısıyla “İran ajanı” suçlamasını yöneltenler aslında bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemişlerdi. Bir yandan Türkiye’deki seküler kesimlerin 1979’dan miras “mollalar rejimi” alerjisi üzerinden, Sünni İslamcıların da Şii alerjileri üzerinden Fidan’ı toplum nezdinde itibarsızlaştırmak istiyorlar, bir yandan da -ve asıl önemli mesele olarak- Ankara ile Tahran arasındaki SWIFT sisteminin dışına taşan ticari ilişkilerin gelişmesini dizginlemek istiyorlardı.
Türkiye’nin resmi sisteminin dışına taşarak yöntem de değiştiren ve zamanla doğal gaz – altın ticareti üzerinden yürüyen ticari ilişkisi Ankara’nın Washington tarafından tedip edilmesinin zor olduğunun görüldüğü bir hatta ve yılların seyri içinde tatsız gelişmelere doğru evrildi
Washington uyarılarına Ankara’nın fazla kulak asmadığını gördüğünde, Fidan’ı Washington iradesinin o dönemki Türkiye uzantısı yerli operatifleri yoluyla ekarte etmek istemişti. Fidan 2012 Şubat’ında Cumhuriyet Savcılığı tarafından KCK operasyonunda şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrıldığında meseleye ancak Başbakan Tayyip Erdoğan el koyarak bu ekarte hamlesini boşa çıkarabilmişti.
Çoğumuz bunların -sebeplerinden ziyade- sadece sonuçlarını biliyoruz. Neticede gelişmeler, dönemin ABD yönetimince bir türlü tedip edilemeyen Ankara’nın Oslo barış görüşmelerinin sonlanması, 17-25 Aralık (2013) operasyonları ve zamanla -farklı dinamiklerin de katkısıyla- “15 Temmuz başarısız darbe girişimi” (2016), ABD’de Halkbank ile Rıza Sarraf aleyhine açılan davalar ve CAATSA yaptırımları gibi sonuçlar üretti.
O dönem bu olayların nasıl geliştiğini ve hangi saiklerle yapıldığını T24’teki 12 Haziran 2023 tarih ve “Devlet Hükümeti” başlıklı yazımda anlatmıştım. Şimdi daha fazla uzatmayayım. Bu yazı çerçevesinde söylemek istediğim, dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Washington tarafından bir zaman nasıl görüldüğü ve nasıl ekarte edilmek istendiği. Türkiye’nin “ABD’nin hasmı” olan ülkeler konumuna sokulmasına yol açan sürecin Ankara’daki belki en önemli tanığı, aktörü olan ismin bugün artık Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan bir devlet adamı olarak ABD Dışişleri Bakanı ile bugün artık böyle samimi bir resim vermesinin ne anlama geldiği önemli ve üzerinde konuşmayı hak ediyor.
Bugün Fidan, Ankara’nın dış politikasına belirli ölçülerde denge ve hareket kabiliyeti getirebilmiş ve çok-merkezliliğe evrilen yeni dünya düzeninde kendisine biraz daha geniş manevra alanı açarak görece bağımsız politikalar üretebilme kabiliyetine kavuşmuş bir devletin o derinliği kazanmasının sembolü olan bir isim.
Aslında bu durum ikili ilişkiler tarihi ve Türkiye’nin geçirdiği dönüşümü bilen Amerikalılar için çok şaşırtıcı olmasa gerek. Zira, ABD’nin Türkiye ve Irak Büyükelçisi olarak görev yapmış James Jeffrey, daha 2013 yılında Fidan için şöyle demişti: “Hakan Fidan yeni Ortadoğu’nun yüzü. Onunla işbirliği yapmalıyız, çünkü işleri halledebiliyor. Ancak ABD’nin gözü kapalı dostu olduğunu da düşünmemeliyiz, çünkü değil.”
James Jeffrey ve onun gibi düşünen Amerikalılar Türkiye’nin Ortadoğu'daki politikasının en önemli mimarlarından olarak gördükleri Fidan için “Türkiye'nin istihbarat şefi Suriye'de kendi yolunu çizdi,” değerlendirmesini yapıyorlardı.
Gelgelelim Washington o tarihlerde Jeffrey’yi dinlememiş, Ankara ile işbirliği imkanını değerlendirme yoluna gitmemişti. O yazıdan 10 yıl sonra, 2023 seçimleri akabinde Ankara, Fidan’ı Dışişleri Bakanlığı ile kabineye taşıyarak belki de ABD’ye işbirliği konusunda bir “şans” vermiş oldu. İki yıl önceki yazımda bu konuyla ilgili olarak şöyle demiştim:
“Washington da en azından F-16’ları verme konusundaki çekincesini kaldırarak Ankara’ya bir şans vermek ister mi, göreceğiz. Ama sanıyorum İsveç’in NATO üyeliği meselesinin çözülmesi konusuna paralel olarak Fidan’ın en önemli gündemlerinden biri o F-16’ların gelmesi olacaktır. En büyük hedef de kanımca ABD askerlerinin Suriye’den çekildiğini görerek Şam ve Moskova’yla yeni bir anlaşma noktasına gelmek ve ardından da yeni bir “Kürt açılımını” başlatmak. Zor mu, çok zor! Ama imkânsız da değiller galiba.”
Evet bu “zor” konular ve onların bugün aldığı seyir bugünkü yazımızın konusu değiller gerçi, ama şurası bir gerçek ki, 15 Temmuz ile ülkemizdeki devlet rejimine bir “format atan” Hakan Fidan ve onun temsil ettiği hükümete Washington tarafından Demokratlar iktidarında verilmeyen “şans” bugün verilmiş durumda.
Zira ABD’de de devlete -bir anlamda- “format atmak” isteyen bir yönetim iş başında. Ancak kucaklaştığı kişi Rubio diye, ona “Amerikalıların Hakan Fidan’ı” diyemeyiz. Konuyu fazla basitleştirme riski taşısa da, şu anolojiyi yapmak sanırım yanlış olmayacak. Amerikalıların Hakan Fidan’ı, olsa olsa Tulsi Gabbard olabilir. Gerçi siyasi çizgisi farklı biri Tulsi Gabbard. 2016’da Demokratların Başkan aday adayı olan Bernie Sanders’ı desteklemiş Demokrat Kongre üyesi Gabbard, o çizgi ile köprüleri atmış biri olarak bugün Cumhuriyetçi Trump hükümetinin Ulusal İstihbarat Direktörü olarak görev yapıyor. Bir diğer deyişle, aralarında Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) ve Federal Soruşturma Bürosu (FBI) dahil olmak üzere ABD'nin 18 istihbarat kurumuna başkanlık ediyor.
Demokrat iken de ana akım ABD politikalarına karşı çıkan bir isim olmuştu Gabbard. Eski açıklamalarında Edward Snowden'a destek verdiğini ifade etmiş, Rusya-Ukrayna Savaşı'na ilişkin Moskova'ya “sempati” ile yaklaşan açıklamalar yapmış ve 2017 yılında kongre üyesiyken Suriye'nin başkenti Şam'a yaptığı ziyarette Beşşar Esad ile görüşmüştü. Bu nedenlerden dolayı da Gabbard, her iki ülke ile ilişkilerde de “Amerikan çıkarlarına aykırı hareket etmekle” eleştirilmişti. Hatta 48’e karşı 52 oyla görev onayı aldığı Senatodaki onay oturumunda Snowden'ın “vatan haini” olup olmadığına yönelik sorulara bile muhatap kalmıştı.
Gabbard’ın göreve geldikten sonraki bir numaralı misyonu, istihbarat camiasında "güveni yeniden tesis etmek” üzere siyasallaşmanın önüne geçmek ve kamu yararına olan bilgilerin gizliliğini kaldırmak oldu. Bu amaçla bir denetleme ekibi de kurmuş olan Gabbard’ın medyada dile getirilmeyen ama benim bu kısa sürede en önemli icraatı diye düşündüğüm şey, İran’ın uranyum zenginleştirme programını aktif tutup nükleer silah geliştirme faaliyetlerini sürdürüp sürdürmediğni sağlam istihbarat raporları ile ortaya dökmek. Kongre üzerinde etkili siyonist lobilerin tüm engelleme gayretlerine rağmen Gabbard, Ulusal İstihbarat Direktörü olarak Başkan Donald Trump’a geçtiğimiz haftalarda bu konuda, “İran 2003’den bu yana nükleer silah geliştirme çalışması yürütmüyor, ülkenin dini lideri Ali Hamaney de böyle bir çaba yürütmenin karşısında” şeklinde özetleyebileceğimiz bir rapor sundu.
Yani artık Amerika istihbarat teşkilatları -MOSSAD’ın ve Netanyahu’nun tüm karşı yöndeki iddia ve telkin çabalarına rağmen- İran’ın nükleer füze geliştirme çabası içinde olmadığını düşünüyor. Tabii siyonist lobilerin desteğindeki medya kuruluşları, Ulusal İstihbarat Direktörlüğünün bu son pozisyonunu “Kötü hata: Tulsi Gabbard İran'a nükleer can simidi attı” diye yorumlamaktan geri kalmadılar. Belki ilerde onu “İran ajanı” olmakla itham edenler de çıkacaktır. Ancak bugün itibarıyla, Trump İran konusundaki yol haritasını Gabbard’ın bu raporları temelinde şekillendirmiş görünüyor.
Trump bu kararı aldıktan sonra, takip edebildiğim kadarıyla en önemli aksiyonu, o günlerde Macaristan’da bir ziyarette bulunan Benjamin Netanyahu’yu Washington’a davet etmek oldu. İran’ı vurmak arzusunda olan ve bunun için de bu fikre yakın duruyor gibi hissettiği Trump’ın siyasi, askeri, mali vs. desteğine ihtiyaç duyan Netanyahu, koşar adım Washington’a geldi. Ancak, Trump Netanyahu’yu ters köşeye yatıracağı bir sürpriz hazırlamıştı. Ona yol haritasını açıkladıktan sonra Beyaz Saray’da medya mensuplarının karşısına çıkaran Trump, “Ben İsrail’in görüp görebileceği en iyi ABD Başkanı’yım. İsrail’in dostuyum. Onunla ticari ilişkilerimizi bu çerçevede konuştuk,” dedikten sonra, “İran’ı vurmuyoruz, İran ile görüşmelere başlıyoruz. Nükleer silah geliştiriyorlarsa çok kötü yaparız. Ama geliştirmiyorlarsa anlaşabiliriz” anlamına gelen açıklamalar yaptı. Netanyahu’nun beden dili, nasıl bir tufaya getirildiğini gösterir nitelikteydi. Trump, Bibi’ye “İran’ı vurursan yanında olmam, başına gelenlere katlanırsın” demişti. Bunu da kendince bir “lisan-ı münasip” ile ifade etmişti.
Kısa süre içinde de öğrendik ki, ABD ile İran, yıllar sonra ilk kez nükleer program odaklı müzakerelere hazırlanıyordu. Trump’ın “doğrudan” dediği ama sonra “dolaylı” olacağı bildirilen görüşmeler 12 Nisan’da Umman'da gerçekleşecekti.
Trump ekibinin Gabbard’ın taze istihbarat raporları temelinde şekillendirdikleri yeni İran politikası, Tahran’a kırmızı çizgiyi “nükleer silah geliştirmiş olmak” hususunda değil “o eşiğe yakın durmak” şeklinde de çekiyor. Washington’un İran’ın balistik kabiliyetine yönelik bir tehdit değerlendirmesi ise yok. Yani balistik silahları kapsam dışı bırakıyor. Yani Trump özetle diyor ki, “kusura bakma Bibi, İran ile konuşacağız, bakacağız, nükleer silah geliştirmedikleri konusunda ikna olursak İran ile yeni bir anlaşma yapacağız.”
Tabii Trump Tahran’ın nükleer silah geliştirme faaliyeti içinde olmadığını Gabbard’ın istihbarat raporlarından biliyor. Bu durumda akla şu soru geliyor: Washington zaten nükleer siyah geliştirmediğine artık inandığı Tahran ile bu görüşmelerde hangi konuda mutabık kalmayı hedefleyerek bir anlaşma yapmaya yönelecek?
İşte tam o noktada konu biraz daha uluslararası bir nitelik ve girift bir hal alıyor.
Hatırlarsanız, İsrail 26 Ekim 2024'te İran'a “Tövbe Günleri Operasyonu” adı altında bir dizi hava saldırısı gerçekleştirmiş ve bu saldırılarla hava savunma bataryaları, İHA fabrikası ve füze üretim tesisleri de dahil olmak üzere İran askeri tesislerini hedef almıştı. Saldırılar gece boyunca sürmüş ve aralarında F-35 Lightning II hayalet avcı uçaklarının da bulunduğu 100'den fazla uçağın 2 bin kilometre civarında yol kat edip ağır mühimmat kullandığı saldırıların ardından İsrail Savunma Bakanlığı, “kesin ve hedefli saldırıları” tamamladığını açıklamıştı.
Ancak İranlılar karşılık verme hakkına sahip olduklarını söyleseler de bu saldırılara misillemede bulunmadılar. Tahran’ın Lübnan’daki müttefiklerinin zararlı çıkabileceği ya da kendisini savaşa çekmeye çalışan gerilimi tırmandırmama yönünde itidal ağır bastı, diye düşünmüştük o günlerde. Ancak olaydan bir hafta sonra çok ilginç başka bir gelişmenin ipuçları düştü ajans bültenlerine.
Rusya ile İran çok kapsamlı bir stratejik savunma işbirliği anlaşması imzalamak üzerelerdi. Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu, aslında eylül ayında bunun sinyallerini vermiş ve “İran ile çift taraflı savunma iş birliği anlaşmamız neredeyse tamamlandı” demişti.
Ancak stratejik işbirliği anlaşmasını dile getiren Lavrov detay vermiyor, anlaşmanın hiçbir ayrıntısı açıklanmıyordu. Denilenlere bakılırsa, Rusya, İran’a Su-35 savaş uçaklarını bir lisans altında üretme izni de veriyor ve iki ülke arasındaki askeri iş birliğini yeni bir seviyeye taşıyordu. Ancak, Amerikan istihbarat çevrelerine bakılırsa, anlaşmada NATO’nun 5. Maddesine benzer bir maddenin de yer aldığı iddia ediliyordu. Anlaşma, İran’ın kendi topraklarında saldırıya uğraması durumunda Rusya’nın müttefikinin yanında saf tutacağını hükme bağlıyordu. Ancak anlaşma hükümleri, İran’ın nükleer programını yeniden aktive etmesi durumunda böyle bir maddenin işlemeyeceğini de kayıt altına alıyordu. Ruslar risk almak istemiyor, bu konuda söz aldıkları Tahran’ı da anlaşma çerçevesinde tam sorumlu tutuyorlardı. Tahran yönetimi İran’ın Batı yaptırımlarına karşı daha dirençli bir savunma sanayi altyapısı geliştirmesine katkı sağlayacak bu savunma işbirliği anlaşmasına ramak kalmışken gerçekleşen İsrail saldırılarına karşılık vererek gerilimi tırmandırmak istemiyor, Rusları imzadan caydıracak ya da bir son dakika golü yiyecek bir tatsızlığın içinde olmak istemiyorlardı.
İddialara göre, İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan yılsonundan önce Moskova'yı ziyaret edecek ve anlaşmaya imza atacaktı.
Özetle, anlaşma İsrail için olduğu kadar Washington için de bir endişe kaynağı oldu. Trump yönetimi, Tahran’ın nükleer silah geliştirme faaliyeti içinde olmadığını görmüşken, üstelik Rusya’yı Çin’den uzaklaştırma potansiyeli taşıyacak şartlar için masaya oturma hazırlıkları yaptığı bir dönemde, sırf Bibi’nın hatırı için Moskova ile çatışma yolunu açacak bir İran saldırısının ortağı olmak istemiyordu. Ayrıca Netanyahu, İran’ı vuruyor, “İran'ın füze üretim kapasitesini sekteye uğrattım, artık bellerini doğrultamazlar,” diyor, ama sonra geliyor, hadi gel şimdi de beraber vuralım, diyordu.
Tabii ABD cephesinde İran meselesi olası yeni nükleer anlaşma şartları karşılığında Tahran’a yönelik yaptırımları hafifletme/kaldırma ile sınırlı değildi. Trump’ın son yıllarda önemli jeopolitik kazanımlar içinde olan İran ile ilgili başka bir hesabı daha vardı.
Trump, son yıllarda Rusya’nın inisiyatifiyle gelişimi hızlandırılan Kuzey-Güney Uluslararası Taşımacılık Koridoru’nu da engelleme ya da çalışmalarını geciktirmeyi hedefliyor. Güney Asya’dan Kuzey Avrupa'ya giden ana yük taşıma yollarından birisi olarak, 20 küsur yıl önce Süveyş Kanalı güzergahına alternatif şekilde tasarlanan 7 bin 200 km’lik “Kuzey-Güney Uluslararası Taşımacılık Koridoru” projeleri artık gün sayıyor.
Rusya’nın St. Petersburg kentini Azerbaycan ve İran üzerinden Hindistan’a bağlayarak gemi, demiryolu ve kara taşımacılığını içeren bu ticaret hattı, Akdeniz’i Rusya için çok kritik olmaktan çıkarıyor. Zira Kuzey-Güney Uluslararası Taşımacılık Koridoru, Rusya ile Avrupa’yı Süveyş Kanalı üzerinden Basra Körfezi ülkelerine ve Hint Okyanusu’na bağlayan deniz rotasına bir alternatif teşkil ediyor. Kuzey-Güney Koridoru ile mesafe Süveyş Kanalı'ndan geçen deniz yolu ile karşılaştırıldığında yarıdan fazla azalmış oluyor. Böylece ulaşım süresiyle birlikte taşıma maliyetleri de ucuzluyor.
Yani Moskova, Hindistan, İran ve Basra Körfezi ülkelerinden gelen yük taşımacılığını kendisi üzerinden Avrupa’ya yönlendirerek, teslimat sürelerinin azaltılmasını sağlamak peşinde. Bu kapsamda yürürlüğe konan 100'den fazla proje var ve bunlara 38 milyar dolardan fazla yatırım yapılması planlanıyor.
İşte Trump’un bir hedefi de, İran ile Rusya’nın bu planlarına olabildiğince sekte vurabilecek şekilde anlaşabilmek.
Bugün, Hindistan’ın Mumbai limanından Saint Petersburg’a bir kargonun teslimatı Süveyş Kanalı'nı takip eden geleneksel rota üzerinden 30-45 gün sürerken, Kuzey-Güney Uluslararası Taşımacılık Koridoruyla teslimat süreleri 15- 24 gün arasında zaman alacak. Dahası, koridorun Kazakistan ve Türkmenistan'dan geçen Doğu güzergahı kullanıldığında teslimat süresi 15-18 güne kadar düşecek. Gıda, tekstil, ev aletleri, tüketici elektroniği alanındaki birçok ürün için teslimat sürelerinin bu şekilde aşağıya çekilmesi kritik öneme sahip.
Toplam 3 güzergahı bulunan projenin Doğu Güzergahı ile de Orta Asya'yı Basra Körfezi'ne, Orta Güzergahı ile Basra Körfezi'ni İran üzerinden Hazar Denizi’ne ve nihayet Batı güzergahı ile de Basra Körfezi'ni Kafkasya’ya bağlamak planlanıyor. Son olarak Ermenistan’ın önerisiyle dördüncü güzergâh olarak şekillenmek üzere finanse edilmesi planlanan ve 1 milyar dolara mal olacak karayolu ve demiryolu projeleriyle Kuzey-Güney Uluslararası Taşımacılık Koridoru’nun Ermenistan üzerinden de İran’a ulaşması mümkün olacak.
Aslında, Kuzey-Güney Koridoru, biraz da Çin’in Tek Kuşak Tek Yol projesine karşı bir cevap olarak Rusya, İran ve Hindistan arasında 12 Eylül 2000’de imzalanan anlaşmayla kurulmuş, sonraki yıllarda aralarında Azerbaycan ile Türkiye'nin de bulunduğu 10 ülke daha bu projeye katılmıştı. Ancak projeler uzun yıllar ağır ilerlemişti.
Projeler, Moskova’nın Rusya – Ukrayna Savaşı’nın başlaması sonrasında ABD ve Avrupa Birliği (AB) tarafından kendisine uygulanan yaptırımlarla başa çıkmasını sağlayacak alternatif arayışı içinde, lojistiği de yeni şartlara uyarlama ihtiyacının belirmesi akabinde hızlandı. Hindistan’ın Rusya’ya yönelik yaptırımlar sonrasında Rusya’nın Avrupa’ya sevkiyatında giderek artan “dolaylı” bir rol üstlenmesinin de bu hızlanmada etkisi oldu.
Sonuçta, 14 Mayıs 2023 tarihinde, yani savaşın başlamasından birkaç ay sonra Rusya ve İran, Uluslararası Kuzey-Güney Ulaştırma Koridoru'nun bir parçası olarak Reşt-Astara demiryolunun inşası için bir anlaşma imzaladı. İran'ın Reşt şehrini Azerbaycan sınırındaki Astara’ya bağlayacak olan projenin 48 ayda yani 2027 yılı içinde tamamlanması planlandı.
Yani ABD Rusya’nın planlarına bir stoper koyabilmek istiyorsa, çok zaman kalmadı.
İşte dünyanın gözü bu şartlar altında bir anda Umman’ın başkenti Muskat’a çevrildi. Amerikalılar, İranlılar ile geçtiğimiz cumartesi günü nükleer odaklı müzakerelere başladılar.
İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi ile ABD Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un başkanlığındaki heyetlerin gerçekleştirdiği dolaylı görüşmelerin, "karşılıklı saygıya dayalı yapıcı bir atmosferde" geçtiği bildirildi. Umman Dışişleri Bakanı Bedir el Buseydi’nin arabuluculuk ettiği dolaylı müzakerelerin ilk turunun sona ermesinin ardından Erakçi ile Witkoff bir araya geldi. Görüşmeler sonrasında İran devlet televizyonuna konuşan Erakçi, “Bir sonraki toplantı anlaşma çerçevelerine odaklanacak. Hiçbir taraf zaman kaybetmeye çalışmıyor. ABD tarafı adil bir anlaşma için kararlılık göstermeye çalıştığını gösterdi,” dedi.
Taraflar 19 Nisan’da yeniden bir araya gelinmesi konusunda da mutabakata vardı. Yani, haberler şimdilik pozitif. Obama yönetimi zamanından bu yana ilk kez bir araya gelebilen iki taraf bu görüşmeler sonunda masadan bir anlaşmayla kalkabilirse belki Netahyahu’yu üzmüş ama hem bölge hem dünyaya rahat bir nefes aldırmış olacaklar. Sanırım en büyük nefes alanlar arasında Hakan Fidan ile Marco Rubio da olacak. Tulsi Gabbard’ın belki adı bile anılmayacak, ancak, istihbarat teşkilatına attırdığı “format” ile kanımca bu anlaşmanın arka plandaki engellerini saf dışı eden bir numaralı isim o olacak. (Bibi’nin ise teselliyi şimdiden Gazze’de gazetecilerin kaldığı çadırı bombalamada ve işler durumdaki son hastaneyi de yerle bir etmede aradığını görüyoruz.)
Ama yok, çok katmanlı bir takım jeopolitik hesapların da gölgesinin düşeceği görüşmelerde bir mutabakata varılamazsa, o zaman bizi yeni bir belirsizlik ve tatsız bir dönem bekleyecek. Zaten engeller çok ve Trump’ın bu yolu “salimen” yürümesine izin verileceğinin garantisi de yok.
Daha önce de yazdığım gibi, uluslararası sahada olan şeylerin “dış haberler” adı altında biz sıradan insanlara sunulma biçimi her zaman epeyce distorsiyon içeriyor. Bazen bir bakıyorsunuz, falanca ülkede “zalim hükümdara” karşı “insanlık ve demokrasi adına” sokaklara çıkmış sonra da ellerine silahlar almış insanlar Başkanlık Sarayı’na yürüyüp bu “özgürlük mücadelesi” yolunda Batı’nın kendilerini yalnız bırakmamasını istiyorlar. Ardından yıllarca susmayan silahlar ve savaş. Biz filanca grupla falanca güçlerin ön planda görünen çatışmasındaki haberlere odaklanmaya başlıyoruz. Ama arka planda oyun değiştirme kapasitesi olan jeopolitik bir hamle, yeni bir ticaret yolu girişimi, ya da bunun reddi filan yatıyor olabiliyor. Fakat gerçeği distorsiyona uğratan prizmalardan arka tarafı seçebilmek her zaman kolay olmuyor.
En son Suriye’de de böyle olmadı mı! Suriye’nin başına gelenler, Katar’ın kuzeyindeki off-shore doğal gaz sahasından başlayacak ve Suudi Arabistan – Ürdün –Suriye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya doğalgaz sağlayacak bir boru hattı projesi teklifini Şam yönetiminin reddedip benzer bir anlaşmayı kendi müttefikleri ile imzalama yoluna gitmesinden sonra gerçekleşmedi mi?
O yüzden bütün o prizmatik perdeleri aralayıp arka tarafta, jeopolitik sahada ne tür yeni ticari ilişkiler, güzergahlar geliştirilmekte olduğuna, bunların oyun kurucular ve bozucular için nasıl anlamlar taşıdığına, dünya barışı için ne anlama geldiğine arada bakmak lazım.
Geçen aralık ayında “öncü deprem” ile sarsılan Suriye’de geçen hafta yaşananlar sonucu tüm göstergeler ülkedeki etno-tektonik bazı fay hatlarının İsrail tarafından “asıl depreme” doğru tetiklendiğine işaret ediyor
Trump’ın Ukrayna Savaşı’nı sona erdirecek barış planı son şeklini aldı. İş silahların susması yolunda son engelin aşılmasına kaldı ama bu kez şartlar Kiev yönetimine 2022 İstanbul müzakerelerini aratır nitelikte
ABD ve İran heyetlerinin müzakeresinde 3. tur gözükürken dünyanın kalıcı bir barışa ne ölçüde yaklaştığını bilmiyoruz. Bildiğimiz, Trump, Putin ve Şi’nin Yalta 2.0’ına kadar tarafların birbirlerinin nüfuz bölgelerini tam olarak tanımayacağı
© Tüm hakları saklıdır.