Aydan Çelik

22 Haziran 2025

Türkiye’nin ilk “özgürlük anıtı” Âbide-i Hürriyet yine demir parmaklıklar arkasında

Çağlayan’daki Âbide-i Hürriyet, yine demir parmaklıların arkasında. 1911’de dikilen özgürlük anıtı ancak uzaktan görülebiliyor. Bu da insanın aklına hürriyetle olan inişli çıkışlı ilişkimizi getiriyor

1983 yılında üniversite okumak için İstanbul’a geldim.

3 yıl evvel 12 Eylül darbesi olmuş, 2 yıl evvel YÖK kurulmuş, 1 yıl evvel de 82 Anayasası yürürlüğe girmişti... Ne âlâ bir devir değil mi?

Kredi ve Yurtlar Kurumu beni Okmeydanı SSK Hastanesi’nin yanı başında küçük bir yurda verdi. Adı Hürriyet-i Ebediye idi.

Edebiyat okuyan bir arkadaşımız: “Buranın adı yanlış konmuş, Esaret-i Ebediye olmalı” derdi.

Yurdun başına atanan emekli albay tam bir kışla düzeni kurmuştu. Çarşafların nasıl katlanacağından, giriş-çıkış saatlerine, “Voltmen” kulaklıklarının ses düzeyine kadar her konuda tamim yayınlıyordu. (Yanlış okumadınız. Müdür, o yıllarda çok moda olan Walkman’in adını her gün bildiri astığı panoya “Voltmen” olarak yazıyordu.) İkide bir öğrencileri topluyor, “çizmeyi aşmamamız” konusunda nutuk çekiyordu!

* * *

SSK Okmeydanı Hastanesi’nin adı Prof Dr. Cemil Taşçıoğlu Şehir Hastanesi olarak değişti.  Bizim yurdun adı da Şişli Erkek Öğrenci Yurdu oldu. Ama adını aldığı abide yerinde duruyor.

Abide, yurttan yaklaşık 2 kilometre ileride, Çağlayan Adliyesi’nin hemen yanında...

Âbide-i Hürriyet’in hikâyesini Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nden aktaralım:

“Büyük şehirde yapılmış ilk millî anıttır; Şişlinin ötesinde, Kâğıthane vadisine hakim ve bu âbideye nisbetle “Hürriyeti ebediye tepesi” denilen yerdedir; Otuz bir Mart vak’asından sonra, İttihad ve Terakki fırkasının en kuvvetli olduğu bir devirde bu vak’ada, İkinci Meşrutiyet uğrunda şehid olan zabit ve neferlerin Anıt-Kabri olarak yaptırılmıştır.”

1909’da açılan yarışmayı 1. Ulusal Mimarlık Akımı’nın temsilcilerinden Muzaffer Bey kazanmıştı. Üçgen bir kaide üzerine oturan anıt, namlusu yukarıya dönük bir topu simgeliyordu.

Halktan toplanan paralarla yapılan anıt, 1911’de yapılan bir törenle açılır. Açılışa katılım büyük olur. Osman Balcıgil, Nâzım Hikmet’in annesi Celile’yi anlattığı  Ela Gözlü Pars romanında, Celile’nin 9 yaşındaki Nâzım ile kardeşi Samiye’yi törene götürdüğünü yazar.

* * *

New York’taki Özgürlük Anıtı’ndan 25 yıl sonra dikilen ilk özgürlük anıtı, Şişli’nin simgesi haline gelir. Kartpostallara, pullara, afişlere konu olur. 1990’da Şişli Belediyesi’nin logosundaki yerini alır.

Abide-i Hürriyet pulu
Şişli Belediyesi'nin logosu

Açılıdıktan kısa süre sonra sonra etrafındaki mezarların sayısı da artar.

31 Mart (13 Nisan 1909) ayaklanmasını bastıran Hareket Ordusu kumandanı Mahmut Şevket Paşa, 1913’te suikaste uğrayacak; koruması ve yaveriyle birlikte buraya defnedilecektir.

Sonraki yıllarda“yeniden defin”lere tanık olunur. 1921’de Berlin’de suikaste uğrayan Talat Paşa 1943’te, 1877’de Taif’te boğdurulan Mithat Paşa 1951’de, 1922’de Tacikistan’da öldürülen Enver Paşa 1996’da buraya defnedilir.

Âbide-i Hürriyet sadece resmi törenlerin yapıldığı bir yer olmakla kalmaz; zamanla ağaçlandırılan  çevresi bir mesire alanı haline gelir.

Ancak sonradan etrafındaki yapılaşma parka ayrılan alanı hayli küçültür.

* * *

Geçenlerde yolum abidenin oraya düştü. Önündeki küçük park yine kalabalıktı. Çoğunlukla çocuklarını getiren annelerle doluydu.

Hazır gelmişken abidenin de yanına gideyim dedim.

Heyhat!.. Abideyi çevreleyen demir parmaklıkların ortasındaki kapı kapalıydı. Parmaklıkların arkasındaki görevlilere sebebini sordum. “Biz de bilmiyoruz, üç aydır kapalı” dediler. Ne zaman açılacağına dair fikirleri de yoktu.

Hemen internete girdim,  üç ay önceki kapanmaya dair bir şeyler aradım ama bulamadım. Daha önceki yıllarda, bölgede yaşanan bazı vakalar yüzünden kapandığını, sonra tekrar açıldığını, bunun bir yoyo misali bir aşağı bir yukarı devam ettiğini öğrendim.

Kapıdaki görevliler abidenin üç aydır kapalı olduğunu söylemişti. Ve benim gittiği gün tam olarak “19 Mart Vakası” üçüncü ayına denk geliyordu.

Kapanışın 19 Mart ile bir alakası var mı, yoksa tesadüf mü, kesin cevabı bilmiyorum. Ama  kesin olarak bildiğim bir şey var.  O da bu toprakların hürriyetle olan meselesinin bitmediği...

* * *

Namık Kemal’in neredeyse 150 yıl evvel,  2 Haziran 1876’da yayınlanan Hürriyet Kasidesi’nde dediği gibi, sihirli bir sözcük hürriyet:

“...Ne efsûnkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten.”

“Esaretten kurtulsak bile büyüleyici yüzü ile bizi aşkının esiri yapan hürriyet” nazlı bir sevgili gibi... Karabatak misali bir görünüp bir kayboluyor. Mesaisini daha çok suyun içinde yapıyor, nadiren dışarı çıkıyor.

 Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün anlatıcısı Hayri İrdal ne diyordu, hatırlayalım, :[1]

"Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti (...)

Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği hâlde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul zurna, sokaklara fırladık.

Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, "Buyurunuz efendim, bendeniz artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!" diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını hâline giren o büyülü hâzinelere mi benzer? Bir türlü anlayamadım.

* * *

Hayri İrdal’ın söyledikleri üstüne bir şey söylemeye gerek var mı bilmiyorum.

1908’de “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganlarıyla ilan edilen İkinci Meşrutiyet’in daha sonra nasıl tersine evrildiğini biliyoruz.

Daha çok örnek verebiliriz ama gerek yok. Son sözü çizgiye bırakalım.

Rıfkı imzalı karikatür, ateşli bir anti-ittihatçı olan Refik Halid Karay’ın çıkardığı Aydede dergisinden.

— Kızım bu kimin taşı böyle?
— Â.. bilmiyor musunuz.. Âbide-i Hürriyet!.
— Yâ... Hürriyeti buraya gömmüşler demek!..

[1]Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh Yayınları, 10. baskı, Ekim 2005, İstanbul. s.21

OSZAR »